banner223

Geleneksel teknolojinin aksine modern teknoloji tabiatı tahrip etti

- Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. İbrahim Özdemir: - "Gelecek nesillerin sağlıklı bir dünyada yaşama haklarını riske atmayan teknolojiler geliştirmek zorundayız" - "Geleneksel teknolojiler tabiatla uyumluydu ve tabiatın dengesini bozmadan ondan yararlanmaya dayanıyordu" - "Tabiat ve tüm canlılarla ilgili eylemlerimizden ahlaki ve hukuki olarak sorumluyuz"

Geleneksel teknolojinin aksine modern teknoloji tabiatı tahrip etti

İSTANBUL (AA) - ABDULKADİR GÜNYOL - Geleneksel teknolojilerin modern teknolojilerin aksine tabiatın dengesini bozmadığını belirten Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. İbrahim Özdemir, "Gelecek nesillerin sağlıklı bir dünyada yaşama haklarını riske atmayan teknolojiler geliştirmek zorundayız." dedi.

AA muhabirine konuşan Özdemir, modern teknoloji ile geleneksel teknolojiler arasındaki farka dikkati çekerek, "Geleneksel teknolojiler tabiatla uyumluydu ve tabiatın dengesini bozmadan ondan yararlanmaya dayanıyordu." diye konuştu.

Bu duruma ilk dikkati çeken kişinin Alman filozofu Martin Heidegger olduğunu vurgulayan Özdemir, "Çevre sorunlarının henüz fark edilmeye başlandığı 1950’de yazdığı 'Tekniğe İlişkin Soruşturma' adlı küçük bir risalede teknolojinin yıkıcı sonuçlarına dikkati çekti. Ren Nehri üzerindeki geleneksel bir değirmenle, modern bir elektrik santralının tabiatla olan ilişkileri üzerinden konuyu açılamaya çalıştı. Buna göre geleneksel teknolojiler insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik araçlar bütünüydü ve tabiatı tahrip ve tehdit etmezken; modern teknoloji ile her şey değişmişti. Diğer önemli bir nokta ise, bilimsel devrimlerden bu yana, teknolojinin modern bilimin bir sonucu olduğu söyleniyordu. Heidegger ise modern bilim ve teknolojinin modern dünya görüşünün bir sonucu olduğunu ve birbiriyle ilişki içerisinde geliştiğini ileri sürdü." diye konuştu.


- "Modern bilim ve teknolojinin gelişimiyle, Batı’nın dünyayı sömürgeleştirme tarihinin örtüşmesi düşündürücü"


Heidegger'ın geliştirdiği düşüncelerden diğer önemli noktanın ise "teknolojinin özü nedir?" sorusunu sorması olduğunu dile getiren Özdemir, "O, böylece modern bilim ve teknolojinin kökenindeki tabiata hükmetme, ele geçirme, sahip olma ve sömürme anlayışına dikkati çekti. Modern bilimin sadece doğayı değil insanı da bir “kaynak” olarak gören bakış açısına dayanan yeni teknoloji anlayışı da tabiata hükmetme, ele geçirme ve kullanmaya dayanıyordu. Hem de hiçbir sorumluluk duymadan. Tam da bundan dolayı modern bilim ve teknolojinin gelişimiyle, Batı’nın dünyayı sömürgeleştirme tarihinin örtüşmesi düşündürücüdür. Bugün Batılı çevreci arkadaşlarımızın da eleştirdiği bu emperyalist ve sömürgeci anlayış, bilim ve teknolojiyle dünyanın geri kalan kısmını sadece ele geçirilmesi ve sömürülmesi gereken bir 'kaynak' olarak görmüştür." yorumunu yaptı.


- "Gelecek nesillerin sağlıklı bir dünyada yaşama haklarını riske atmayan teknolojiler geliştirmek zorundayız"


Yaşanılan salgın döneminde bile gelişmiş Batılı ülkelerin aşı için yeterli mali imkânı olmayan ülke ve insanları ihmal etmelerinin tartışılmasının ilginç olduğunun altını çizen Özdemir, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Kısacası, her şeyin değiştiği ve dönüştüğü bir ortamda tabiat-insan ilişkisini tahrip etmeyen; gelecek nesillerin sağlıklı bir dünyada yaşama haklarını riske atmayan teknolojiler geliştirmek zorundayız. Heidegger bu olguya 'insanın tabiattaki yeri ve konumuyla ilgili olarak yeni bir ethos ve yeni bir anlayışa muhtacız' sözleriyle işaret etmişti.

Müslüman çevrecilerin piri sayılan Seyyid Hüseyin Nasr da çevre bunalımının temelindeki dünya görüşünün farkındadır ve şiddetle eleştirir. Ona göre, modern bilim tabiatı tüm anlam katmanlarından soyarak adeta bir deney malzemesi konumuna indirgemiş; doğal haliyle gerçek tabiatı değil, aksine laboratuvara getirilen ve sınırlı şartlar altında deneye tabi tutulan parçalanmış̧ bir tabiatla avunma yolu tercih etmiştir. Nasr, haklı olarak modern bilimin her tür kutsalı ve manevi boyutu reddeden bu yaklaşımlarını ciddi olarak eleştirir."


- "Sessiz Bahar" çevre bilincinin oluşmasına katkı sağladı


İklim değişiklerinin çok uzun dönemlerde oluştuğuna işaret eden Prof. Dr. İbrahim Özdemir, "Sanayi devriminin başlangıcı olarak genellikle 1750 yılı kabul edilir. Sanayileşmeyle birlikte yaşadığımız dünya serasındaki gazların oranı da değişmeye başladı. Ancak başlarda ekonomik refah ve siyasi güç sağlayan bu değişme olumlu karşılandı." diye konuştu.

Çevre sorunları 1960’lı yıllarda görülmeye ve hissedilmeye başlandığının altını çizen Özdemir, sözlerini şöyle sürdürdü:

Bunda en büyük katkı mütevazı bir bilim kadını olan Rachel Carson’ın 1962 yılında yayınlanan Sessiz Bahar kitabı oldu. Kitapta tarımda kullanılan ilaçların çevreye ve diğer canlılara verdiği zararları ortaya koydu. Ancak Sessiz Bahar kitabını yayınlamak için yayıncı bulmada zorlandı. Kitabın toplumun gözünü açacağını düşünen ilaç sektörü basımını engellemek için büyük bir baskı oluşturdular. Kitap basılınca bu sefer de dağıtımını engellemeye çalıştılar. Biraz da bu baskıların uyandırdığı merakla insanlar kitabı okumaya başladılar. Okuyunca aydınlandılar ve harekete geçtiler. Kitap kısa sürede bilim insanları dahil toplumda büyük bir bilinçlenmenin yeşermesine ve gelişmesine sebep oldu.

Kitabın çığlığı zamanla tüm dünyada duyuldu ve yayıldı. Bundan dolayı dünyadaki tüm çevreciler Rachel Carson’u bir öncü olarak kabul eder ve selamlar. Onun tek başına yaptığı bu mütevazı çalışmaları sayesinde her kesimden bilim insanları sorunu anlamaya başladılar. Çok daha ayrıntılı çalışmalar yapıldı."


- "Çevre sorunları 'tek bir dünyamız' olduğunu hepimize öğretti"


Çevreciliğin ruhunun insanın kendisi, içinde yaşadığı dünya ve birbirine bağlılığı ile ilgili aydınlanma olduğunun altını çizen Özdemir, şunları söyledi:

"Çevre tahribatı modern teknolojinin ve dünya görüşünün bir sonucu olarak Batı’da ortaya çıktığı için, çevre hareketleri de yine buna bir tepki olarak ilk önce Batı’da ortaya çıktı. İçinde yaşadığımız iletişim çağında çevre bilinci kısa sürede tüm dünyaya yayıldı; bir çok ülkede çevre bilincini uyandı ve güçlendi. Bunun bir sonucu olarak Çevre Bakanlıkları kuruldu ve ilgili mevzuatı oluştu. Tüm bunlarda çevrecilerin talepleri etkili oldu. Ülkemizde 'Hayvanları Koruma Kanununun' 2004’te kabul edildiğini hatırlayalım.

Çevreci hareketin bir özelliği de farklı din, kültür ve kesimlerden insanları bir araya getirmesidir. Çevre sorunları 'tek bir dünyamız' olduğunu hepimize öğretti. Milli sınırlarımız bir gerçek. Ancak dünyamız bir. Ay, güneş ve eşsiz kainatımız bir. Dahası dünyanın ve kâinatın efendisi değil, mütevazı bir üyesi olduğumuz anlamaya başladık. 26 Nisan 1986 tarihinde Ukrayna’da yaşanan Çernobil Faciası'nın milli sınırları geçerek tüm bölgeye büyük zarar vermesi bize çok şeyler öğretti."


- "Kainattaki düzenden sorumlu olan 'vekilleriz'"


Müslüman çevreciler olarak insanın yeryüzünde 'halife' olması kavramının, siyasi otorite ve idareci olarak değil, tüm mahlukata karşı sorumlu olmak olarak anlaşıldığını belirten Özdemir, "Kainattaki düzenden sorumlu olan 'vekilleriz'. Tabiat ve tüm canlılarla ilgili eylemlerimizden ahlaki ve hukuki olarak sorumluyuz. İslam bilim anlayışında bilim ve pratik birbirinden ayrılamaz. Kâinat ve tabiatla ilgili bilgimiz arttıkça sorumluluğumuz da artar. Bu sebeple, Müslüman bilim insanları, teknokratlar ve bürokratlar bilim ve teknolojiyi geliştirirken ve kullanırken daha duyarlı olmak zorundalar. Allah’ın tabiatta yarattığı denge ve ahengi (mizan) tahrip etme hakkımız yok. Allah’ın bizler için yarattığı her şey bir 'nimet'tir ve şükür gerektirir. Bunun zorunlu bir sonucu ise gelecek nesillerin de sağlıklı bir dünyada yaşama haklarını tehlikeye atmayacak 'sürdürülebilir' kalkınma politikaları ve tüketim tarzları geliştirmektir."

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER