Bir Annenin Kolunu Kestiler
Bir sabah, evin mutfağında güneşin ilk ışıklarıyla birlikte uyanan o kadın artık aynı kadın değildi. Eskiden iki eliyle kavradığı tencere, iki eliyle tuttuğu ekmek bıçağı, iki eliyle kucakladığı çocuğu vardı. Şimdi ise tek koluyla sürdürmesi gereken bir hayatın içine bırakılmıştı.
Kimse ona “geçmiş olsun” derken aslında neyi kaybettiğini anlamıyordu. Çünkü onun kaybı sadece bir beden parçası değildi. Koluyla birlikte, yıllarca biriktirdiği alışkanlıkların, kolaylıkların, sessizce yaptığı fedakârlıkların da yarısı koparılmıştı.
Bir annenin kolunu kestiler.
Ama aslında kestikleri, her sabah çocuğunun saçını okşayışındaki o yumuşaklık, çamaşırları asarkenki sessiz sabır, pazardan taşınan torbaların arasına gizlenmiş alın teriydi.
Artık tek koluyla bulaşıkları yıkamaya çalışıyor, tek koluyla çocuğunun montunun fermuarını çekiyor, tek koluyla hayatı yeniden kurmaya çabalıyordu. Çoğu zaman düşüyor, tabaklar kırılıyor, çocuk oyuncağını getiriyor ve “Anne, ben yardım ederim” diyordu. O an gözleri doluyor ama ağlamıyordu. Çünkü anneliğin ağıtı sessizdir; kimseye duyurulmaz, içten içe yaşanır.
Bir annenin kolunu kestiler.
Ama onun nefesini kesemediler. Her şeye rağmen o nefes, evin içinde dolanıp duran, çocuğunun yanağına çarpan, geceleri dua eden bir nefes olarak kaldı.
Hayat ona acımasızca bir eksiklik vermişti. Fakat o eksikliğin içinde yeniden bir güç büyüyordu. Çünkü anne olmak, bedenden öte bir şeydi; kolunla değil, yüreğinle taşıdığın bir yük.
Bir annenin kolunu kestiler…
Ama dünyaya tek başına bile direnecek bir anne bıraktılar.
