DİN ADAMLARI, AYDINLAR VE YÖNETİCİLER UHDENİZE DÜŞEN GÖREVLERİ YERİNE GETİRİN

   Birkaç yıldır kelimenin tam anlamıyla derin bir sosyal, siyasal, dini, ahlaki ve kültürel krizleri yaşamaktayız. Bu krizlerin oluşturduğu fay hatları, toplumsal kutuplaşmayı da o ölçüde derinleştirmektedir.

                Haliyle böyle dönemlerde toplumu adalete, suhulete, iyiliğe, hayra, izan ve insafa davet edecek kanaat önderlerine ihtiyaç olur. Bunlar, hiçbir sosyal grubun/ünitenin tarafı değillerdir. Nizalaşmalar hâsıl olduğunda harekete geçen, taraflar arasında arabuluculuk yapan, aralarını adaletle bulan ve anlaştıran bir topluluktur. Bu topluluk, içinde bulundukları toplumun da sigortasıdırlar.

                Malum, Hucurât süresinin hemen hemen tüm ayetleri, bu sosyal ve siyasal sistemin nasıl oluşturulabileceğinin prensiplerini ihtiva eder. Her bir ayet, toplumsal düzenin, barışın, güvenin, adabın, ahlakın, muamelatın nasıl olması gerektiğinin prensiplerini, hükümlerini ve şartlarını vazeder.

                Peki, Kur’an’ın bu eşsiz hükümlerini hayata taşımakla birinci derecede mükellef olanlar kimler?

                Kitapta yazıldığı haliyle kalması ve sadece kıraat edilmesi derde şifa olmuyor. Onu hayata taşıyacak, canlı bir organizma gibi toplumun arasında dolaştıracak olanlar evvelemirde o toplumun din adamları, kanaat önderleri, aydınlarıdır.

                Bakınız ayetler nasıl mükellefiyet yüklüyor;

                Onlardan çoğunun, günah, düşmanlık ve haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötüdür! (Maide:62)

                Din adamları ve alimleri onları günah söz söylemekten ve haram yemekten engellemeli değiller miydi? Yaptıkları şeyler ne kötüdür! (Maide:63)

                Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde bozgunculuğa engel olmalı değil miydi? Ancak onlardan, kendilerini kurtardığımız, çok az kişi böyle yaptı. Zalimler ise kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Ve hepsi suçlu oldular. (Hud:116)

                Bu ayetlerden soyutladığımız bazı dersleri sıralayalım:

-İnsanların çoğu, günah, düşmanlık ve haram yemede birbirleriyle yarışırlar. (Bir kanuniyet; İyiler, hayırlılar, salihler daima azınlık)

-Din adamları ve alimlerin, o insanları günah söz söylemek ve haram yemekten alıkoymaları için uyarı ve irşat görevlerini yerine getirmeleri gerekir.

-Bu günah işleyenler, düşmanlık yapanlar ve haram yiyenler ve onlara engel olmak sorumluluk ve mükellefiyetinde olanların bu görevlerini yerine getirmemiş olmaları çok kötü bir durumdur.

-Hz. Muhammed ümmetinden önceki nesillerin ileri gelenlerinden çok az bir kısmı yeryüzündeki bozgunculuğa, adaletsizliğe karşı durdular.

-Dünyanın iktidarları ve zenginlikleri ile şımaran insanlar, konfora ve rahata yenik düşerler.

Elmalı “Kur'ân'da âlimleri tevbih eden (azarlayan) âyetler içinde en şiddetlisi, en korkuncu Maide:63’tür” der.

İbnü Mubârek, bu âyetin içeriğini şu beytiyle ifade etmiştir; "Dini en çok bozanlar melikler (yöneticeler), kötü bilginler ve din adamlarıdır."

Maide: 62-63, Fesadın yaygınlaştığı, değerlerin yok olduğu ve kötülüklerin her tarafa sirayet ettiği toplumların, sosyo-psikolojik durumlarından birini tasvir etmektedir.

Bu özellik, toplumda günah ve haksızlığın yaygınlaşmasına, hukuk ve dini ilimleri üstlenen kimselerin ses çıkarmayışı özelliği, yıkılmağa yüz tutmuş bozuk toplumların karakteristik özelliğidir.

                Bugün kendi toplumumuzun ahvaline baktığımızda tam da bu sosyal çürümüşlüğü, savrulmayı ve suskunluğu görüyoruz. Başta yönetenler, hukuk tevzi edenler olmak üzere toplumu sükunete, hayra, helale davet edecek olanlar ya suskun, ya bizatihi adaletsizliğin yanında veya cepheden hakkı yüze ifade etmek yerine ortaya bir şeyler söylüyor, onun da muhatap nezdinde bir karşılığı olmuyor.

                Sosyal medya üzerinden izlediğim kadarıyla din, ilahiyat/teoloji ile ilgili olanların ise, kendi aralarında cepheleştikleri, birbirlerine laf yetiştirme yarışına girdikleri veya uzmanlık alanlarının dışında konulara yoğunlaşmak suretiyle insanımızın ve insanlığın asli problemlerini ıskaladıklarını müşahede etmekteyim. Onun için de bu mevzu ayağa düşmüş durumda. İlahiyatçı olmamama rağmen bu hususlarda kalem oynatmak mecburiyetinde hissediyorum kendimi. Lütfen yanlış anlaşılmasın, tevazu yapıyor değilim. Zaman zaman şunu çevremle paylaşıyorum; Eğer bu mevzularda kalem oynatıyorsam ve bu bana kadar düşmüşse, inanın fevkalade üzücü bir sosyal hal üzere olduğumuzu düşünüyorum.

                Bugün Türkiye toplumu önemli bir sosyal ve siyasal krizi yaşıyor. İnsanların büyük çoğunluğu adeta karşı cephelere konuşlanıp birbirlerine karşı kin ve husumet kusuyorlar. Bu kaotik iklimin rantını devşirme amacında olan bozguncu azınlık bir kesim ise bu ateşi daha çok harlatmak için odun taşıyor. Müslüman kesim, Hucurât suresinde tehlikelerine dikkat çekilen fiilleri, kabahatleri sanki hiç okumamış, hiç bilmiyorlarmış gibi işlemeye devam ediyorlar. Bu durum onlar için daha fazla günah, daha fazla kötülük olarak karşılık buluyor.

                Sonuç olarak diyorum ki, belki de insanların büyük çoğunluğu farkında bile değil. Sosyal hengame içerisinde oturup doğru dürüst düşünebilme, akledebilme yetimizi bile kaybettik. Dolayısıyla başımıza gelenleri yukarıdaki ayetler ışığında tefekkür edip, bir sebep-sonuç ilişkisi kurup, anlamlandırmak, görünürün arka planını yorumlamak yerine sathi/yüzeysel, düz bir mantık yürütmeyle eriştiğim yanlış ve isabetsiz sonuçlar, problemimizi çözmek yerine daha da derinleştirmektedir. İçinden çıkılmaz kılmaktadır.

                Onun için de Allah, mesuliyeti müphem bir kalabalık yerine birinci derecede bir insan gurubunun (din adamları, aydınlar, kanaat önderleri, yöneticiler) omuzlarına yüklemektedir. Eğer onlar da uhdelerine düşeni yerine getirmezlerse, kendilerine yazık etmiş bir toplum olarak hep beraber meş’um bir geleceği beklemek durumunda kalacağız. Allah, bize acısın ve bizi bu kaotik iklimden kurtarsın.

Atanur ÇELİK

YORUM EKLE