Hangisi Bizim Ademimiz, Hayy mı, Robinson mu ???

Ebu Bekir Muhammed bin Abdal Malik bin Muhammed bin Tufail el Kaisi el-Endülüsi (1106-1186), Endülüslü hekim, hukukçu ve filozof. Latin dünyasında Abentofail olarak da bilinir.Tanınmış İslam filozoflarındandır.

İbn Tufeyl, 1106’da Gırnata yakınlarında Vadiü’l-Aş’ta doğdu, 1186’da Marakeş’te öldü. İşraki felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerinden biridir. İbn-i Bacce tarafından eğitilmiştir. Uğraştığı ve önemli eserler verdiği başlıca konular tıp, felsefe ve gökbilimdi. Günümüze ulaşan ve bütün dünyada tanınmasını sağlayan eseri ise Hayy bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’l-Hikmeti’l-Meşrikiye’dir. Dünyada felsefi romanın ilk örneği ve ilk “robinsonad” olan Hayy bin Yakzan, 14. yüzyıldan başlayarak dünyanın bütün belli başlı dillerine çevrilmiş, başta Robinson Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe olmak üzere birçok Batılı sanatçı ve düşünürü etkilemiştir.

İbn Tufeyl’in yaşadığı dönemde (12. yy) özellikle Endülüs’te pozitif bilimlerin yanında beşeri bilimler oldukça ilerlemişti. Filozofların temel kaynağı olan Kur’an’a göre Allah’ın ilk yaratığı, yaratığın tohumu olan “akl-ı evvel” veya tasavvufî ifadesiyle, “Nur-u Muhammedî”; son yaratığı ise bu tohumun sahibi olan “Hazreti İnsan”dır. Yaratığın amacı insandır ve insan da kendisinde olan nefhay-ı İlâhi, ilahi nefes, nedeniyle en şerefli mahlûktur. İnsan, vücuduyla maddi dünyaya, ruhu ile de manevi dünyaya bağlıdır. İnsan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir ve yaratılmış her şey insanın kullanımına tabii kılınmıştır. Bu temsilciliğin sorumluluğu da bütün insanlığa aittir. Bütün insanlık; her insanın kendisinde mevcut potansiyele ve olanakları harekete geçirmek ve onarlı gerçekleştirmek fırsatına sahip olduğunu göstermek gibi bir kolektif sorumluluk altındadır.

İbn Tufeyl’in epistemolojisinde bilgini imkânı insan ve tabiat ilişkisinden hareketle temellendirilmiştir. Hayy bin Yakzan eserindeki Hayy tipi, esasen fizikî varlığıyla tabiatın bir parçası olmakla birlikte algılama ve bilme İmkânlarıyla tabiatı müşahede eden, tabii varlık alanındaki temel düzen ve işleyiş hakkında düşünen, akıllı bir canlı olarak yeryüzündeki mevcudiyetini anlamlandıran, gözlem alanı ötesindeki metafizik varlık fikrine varan ve nihayet manevî tecrübeler sayesinde birtakım metafizik bilgilere ulaşan ideal özneyi temsil eder. Tabii varlık alanı ise kendisine şuurlu bir bilme etkinliğiyle yönelebilen bu özneye, dayandığı düzen ve sürdürdüğü işleyişin fizik ve metafizik yasaları hakkında bilgi sağlayan ontolojik imkândır. İnsanın bilgi imkânı ve yeteneklerine gelince ondaki idrakin ilkesi nefistir. İbn Tufeyl’in nefis ve onun bilgi yeteneklerine dair fikirleri İbn Sînâ’nın görüşleriyle büyük bir benzerlik taşımaktadır. Filozofun eserindeki kahraman daima kendi varlığı ile tabii çevresi hakkında sorular soran, araştırmacı ruha sahip bir tiptir. Hay, tabiatla münasebetinden dolayı ortaya çıkan teorik ve pratik her problemi tamamen şuurlu bir etkinlikle çözmeye çalışırken gelişme psikolojisi çer­çevesinde açıklanabilecek aşamalar kay­deder. Duyular, gözlem ve deneyle akıl, Hayy’in teorik gelişiminde vazgeçilmez rolleri olan bilgi vasıtalarıdır. Duyularla algılanan varlık ve olguların süreklilik arz eden özellikleri gözlem ve deney yoluyla adım adım keşfedilir. Bu arada pratik aklın icapları olan teknik bilgiye ve hatta Hayy’de utanma duygusunun gelişmesi olgusunda olduğu gibi ahlâkî bilince ulaşılır. Tabiatın bağrında hayatını devam ettirebilmek için çeşitli aletler yapma çabasının yanında varlığı anlamlandırma gayreti içine giren Hayy mantıkî çıkarım yoluyla tabiattaki işleyiş, bütünlük, düzen ve gayenin akl edilir ve soyut gerçekliğine, bütün bu kozmolojik delillerle de yaratıcı İlah fikrine ulaşacaktır.

İbn Tufeyl, sosyokültürel yönden herhangi bir şartlandırmaya mâruz kalmadan tamamıyla el değmemiş tabii çevrede her şeyi kendi kendine öğrenen bir kahramanı kurgulamak suretiyle düşünce sistemini fıtrat kavramına dayandırmak istemiştir. Ancak İbn Tufeyl, insanın bu ortam ve şartlardaki entelektüel gelişimini ele alırken kaçınılmaz olarak insanlığın kat ettiği antropolojik gelişim evrelerine de atıfta bulunmaktadır. Nitekim İslâm kültüründe zaman zaman derece, aşama ve katmanları ifade etmek üzere kullanılan yedi rakamının sembolizmi İbn Tufeyl tarafından Hayy’in gelişim aşamalarını belirtmek için de kullanılmış, her aşamanın yedi ve katlarıyla ifade edilen yaşlarda kaydedildiği bir gelişim anlayışı ortaya konmuştur. Yedi yaşına kadar süren ilk aşama bedensel ve psikolojik gelişimin başlangıç safhasıdır. Yedi-yirmi bir yaş arası, pratik ihtiyaçların karşılanması için amelî aklın sayesinde araçların imal edildiği çağdır. Merak döneminin başladığı yirmi bir yaşla birlikte insan ruhu varlık ve oluşun sırlarını keşfe yönelir. Fizikten metafiziğe geçiş bu aşamanın belirgin özelliğidir. Daha sonraki safhalarda tam bir aydınlanma ile bilgeliği yakalayabilen insan, en sonunda gerçek mutluluğun hakikatine ereceği manevî tecrübelere ulaşır. İnsanın tabii çevresiyle girdiği etkileşim, fıtratındaki bilme ve yapma kapasitelerini aşama aşama geliştirir. Bu epistemolojide gözlem ve deney, fıtratta var olan akıl yürütme kapasitesini harekete geçirmekte, dolayısıyla bilginin oluşumu için akıl da devreye sokulmaktadır. Çünkü gözlem ve deney verilerini karşılaştırma ve böylece henüz gözlenmeyen hakkında bir teorik sonuca ulaşma, her şeyden önce tüme-varım denilen akıl yürütme biçimine ihtiyaç hissettirecektir. Tüme varmak için sonsuz ölçüde deney ve gözlem yapılamayacağına göre olması gereken zihnî sıçramada sezgi de kaçınılmaz olarak rol oynayacaktır. Nihayet bir defa tümel kavrama ulaşıldığında bu teorik bilginin tek tek olgulara uygulanması da tümden-gelim yöntemini gerektirecektir.

Robinson CrusoeDaniel Defoe‘nun 1719 yılında ilk basımı yapılan ve bazılarınca ilk İngilizce roman olarak nitelendirilen kitabıdır. Kitap İngiltere’de yaşayan Alman asıllı orta halli bir ailenin en küçük oğlu olan Robinson Crusoe’nun babasının tüm itirazlarına rağmen, dünyayı gezme hayalleri ile çıktığı yolculukları ve bu sırada karşılaştığı olayları anlatır. Bu yolculuklar içinde ıssız bir adada 28 senesini -son üç yılı hariç- yalnız geçirir.

İlk çıktığı 25 Nisan 1719 yılında, okurun tepkisi çok olumlu oldu. Daha yıl dolmadan, 4 baskı yaptı ve sonraki yıllarda da çok geniş bir okuyucu kitlesi edindi. 19. asrın sonlarına doğru, Batı edebiyat dünyası, kitabın farklı dillere çevrilmiş baskıları, kitapla ilgili eleştiri ve analizlere yer veren araştırmalar ve konusuyla benzerlikler içeren başka kitaplarla tanıştı. Özellikle çocuklar için kısaltılmış versiyonları ve serüvenleri anlatan sadece resim içeren kitaplar da basıldı.

Kitaba daha sonra Robinson’un adadan kurtulduktan sonra yaşadığı serüvenleri anlatan bölümler de eklendi. Fakat bu kısımlar içerdiği diğer milletleri aşağılayıcı ve eleştirel yaklaşımlar sebebiyle ilk kısımları kadar evrensel bir ilgi kazanamadı.

Kitabın konusunun aslında gerçek hayatta, eski adı Isla Mas a Tierra olan bir adada yalnız yaşamış Alexander Selkirk adlı İskoç bir denizcinin 1709 yılında Woodes Rogers tarafından kurtarılmasının yarattığı şaşkınlık ve ilgiden ilham alınarak yazıldığı iddia edilmiştir. Benzer bir kaynak ta İslam dünyasından İbn-i Sina ve İbn-i Tufeyl kaynaklı Hayy ibn-i Yakzan adlı kitaptır. Bu kitapta bir müslümanın adayı çekip çevirmesi anlatılır. Ancak bu romanda olaylar daha barışcıl bir dille anlatılmıştır.

Romanın edebiyat seviyesinin düşüklüğü hakkında çeşitli eleştiriler yapılmış olmasına rağmen, etkileyici konusu ve serüvenleri ile Batı’nın sömürge tarihi ve felsefesi anlatılır. Anlatım basit cümlelerle kısa kısa, olay akışının verilişi şeklindedir. Bu yapı içerisinde adadaki yaşamın detayları ve bunların arasında Robinson’un iç konuşmaları ve o anki duygu dünyası yansıtılır.

Hikaye İngiltere’de belli bir gelir seviyesi ve mutluluk standardı yakalamış Crusoe (Kreutzner) ailesinin en küçük oğulları Robinson’un babasının aksi yöndeki telkinlerine rağmen, sıkıcı ama garantili hayatı terk ederek bir arkadaşının babasının gemisiyle denize açılması ile başlar. Bundan sonra Faslı bir denizciye köle olarak satılır (kitapta bu kişiden Türk diye söz edilmektedir). Oradan kaçması ve kendisini Brezilya’da şeker kamışı yetiştiren zengin bir çiftçi olarak bulmasına kadar birçok macera yaşar. Ancak rahat Robinson’u sıkmaktadır. Biraz da mal hırsıyla hayale kapılarak Afrika’dan köle getirip satmayı planlar. Arkadaşları ile planladığı bu yolculuk nihayetinde, ıssız bir adada kendisini bulur. Geminin enkazından kurtarabildikleri ile yaşamını sürdürecektir. Yaklaşık 24 sene sonunda adaya yabancıların geldiğini fark ederek, bunların elinden kurtardığı ve kendisine “Cuma” ismini verdiği bir yerli ile 4 sene daha adada yaşar. Cuma’ya ingilizce ve din bilgisi vererek kendisini eğitir, hizmetine alır.

Orijinalinde, ilk kitap adadan kurtulduktan sonra Robinson’un İngiltere’ye dönmesi ve bir ihtimal Robinson’un oraya tekrar dönebileceği iması ile bitirilir. Sonradan eklenen ve Robinson’un Maceraları adı verilen ikinci kitapta, Robinson adaya gerçekten döner. Ancak kendisi artık ada halkınca bir fatih ve sömürge valisi yetkilerine sahip olarak tanınmaktadır. Burada da kendince yaptığı iyilikler ve ada halkının mutluluklarına yaptığı katkıların ardından yine serüvenlerine devam etmek ve dünyayı tanımak için denize açılır. Madagaskar’dan, Çin’in kalabalık şehirlerinden, ticaret limanlarından, Asya’nın ıssız şehirlerinden, Tatarlardan, Çerkezlerden, Ruslardan yani hemen hemen o sıralarda Avrupalılarca merak edilen her yerden geçerek İngiltere’ye döner. Bu yolculuklarda kendisini hep yüksek karlarla ticaret yaparak, Hindistan’dan afyon alıp, Çin’e satıp, oradan Rus bozkırlarından kürk alıp, Araplara satarken görürüz. Bütün bu işlerin arasında, sürekli kendi kültürünü diğerleriyle kıyaslar ve Çin’in tüm nüfus büyüklüğüne ve ticaretine rağmen hiçbir zaman Avrupa ile boy ölçüşemeyeceğini söyler. Hatta kervanlarda yol arkadaşları ile bu düşüncelerini paylaşıp onları gerektiğinde tartışmalarda susturur. Kafasında sürekli olarak kendi dininin ve kültürünün üstünlüğü konusunda doğruluğundan emin olduğu fikirler geçirir ve bunları okuyucusuyla paylaşır.

Kitabın yazıldığı tarihte dünya tarihini etkileten başlıca olaylara da yer yer değinilmiştir. Bunlar arasında Çin’de daha o zamanlar başlayıp sonradan Mao’nun kültür devrimine kadar sürecek olan ve Çin’i adeta İngilizlerin oyuncağı haline getiren, genç nüfüsu çürüten afyon bağımlılığının ilk izlerinden bahsedilir. Ayrıca o zamanlar açıkça dile getirilmeyen Amerika’daki İspanyol ve Portekiz’lilerce gerçekleştirilmiş katliamalardan söz edilir ve bu milletler barbar oldukları konusunda eleştirilir. Bu dönemde Osmanlı’nın 1699 Karlofça antlaşması ile duraklamadan gerilemeye geçtiğini düşünülürse, kitapta da Robinson’un buralardan hiç bahsetmemesi ilginç bir paralellik gösterir. Tıpkı Osmanlının gelişmesi zamanında olduğu gibi Rusların iç Asya eksenindeki hareketleri ve başarıları bu dönemde Avrupalılarca daha ilgi çekici bulunduğundan bu memleketle ilgili görüşler ve bilgiler kitapta çok sık paylaşılır. Kitapta Türklerle ilgili olarak iki ilginç cümle sarf edilmiştir. Birinde Robinson’un bıyığını “çok etkileyici” görünen Türkler gibi uzattığından bahsedilir. İkincisinde ise, Robinson bir İspanyol ile Türk arasında, iyi efendilik karşılaştırılması yapılsa, Türk’ün muhtemelen daha iyi olabileceğini düşündüğü anlaşılır.

Robinson’un yaşamını kendi ifadesi ile cehenneme çeviren gezme ve macera tutkusu, adada ilk zamanlar kalbinde hiç duymadığı Tanrı korkusunu da keşfettirmiştir. Başına gelen olayları ilk zamanlar babasının sözünden çıkmasına karşı verilen bir tanrı cezası olduğunu düşünse de, bir süre sonra büyük yalnızlığının aslında Tanrıyı anlamak yolunda hayatındaki en büyük fırsatı yarattığını düşünmüştür.

Adadaki ve sonraki hayatında önceleri düşüncelerinde yer bulmayan inançları, zamanla kararlarını alırken hayati ihtiyaçların da ötesine geçmiş ve adeta onu yönlendirmiştir. Özellikle Sibirya içlerini dolaşırken, Tatarların tapındığı bir putu arkadaşı ile yakması ve bunun sonucunda çıkan ayaklanmanın kendisi ve kervanındakilerin canını tehdit etmesi, bütün kitap boyunca her şeyden çok insan hayatına değer verdiğini ifade eden Robinson’un kişiliği ile çelişki yaratmıştır.

Sayfalar ilerledikçe, hümanist ve mücadelesini doğa ile sürdüren kişiliği, adeta bir sömürge valisi ya da herkesi kendi dinine inandırmaya çalışan bir misyoner kimliğine dönüşür. Cuma ile karşılaştığı ilk anda ona adını sormadan “Cuma” ismiyle hitap etmesi ve onun dininin özelliklerini ve bütünselliğini sorgulamadan hristiyan olmasına çabalaması aslında, sonradan ortaya çıkan kişiliğinin ipuçlarını vermiştir. Gittiği ülkelerin kültürlerini sorgulamadan onların yaptıklarını anlamaya çalışırken hep son noktada verdiği kararları “neticede bu insanlar putperestti” diyerek inanç tabanında sonuçlandırır. Bazen bu inançsız putperestlerin aşırı barbarlıklarına sebep olarak inançsızlıklarını görür. Ancak bir vahşinin dinini büsbütün terk ederek birey olabileceğini düşünür. Gerçekten de, Cuma o dönem edebiyatındaki hikâyelerde bir birey olarak anlatılan ilk yerlidir.

Robinson’un adada geçirmiş olduğu yalnızlık süreci sonraları Batı dünyasının da gerçekten Tanrı yolunda atılması gereken iyi bir adım olarak değerlendirilmiş ve bu dönemde Tanrıdan uzaklaşmak yerine büsbütün inançlarına daha çok sahip çıkması takdirle karşılanmıştır. Ancak bu özelliklerin yani bir kilise desteğinden yoksunken bu derece Tanrı ile yakınlaşabilmesi Anglikan kilisesince inandırıcılıktan yoksun bulunmuştur.

Roman, doğa ile insan mücadelesi şeklinde başlayan konusu ile ilgi çekici sömürge tarihi bilgileri ile de doludur. Batı Avrupa o dönemde sömürge yarışında yavaş yavaş Portekiz ve İspanyol üstünlüğünden Hollanda (Flemenk) ve İngiliz üstünlüğüne geçişini yaşamaktadır. İngilizler Hindistan, Çin ve Okyanusya bölgesinde önemli kazanımlar elde ederken, Latin devletleri arasında liderliği çeken Portekiz sömürge tarihindeki başarılı döneminden yavaş yavaş uzaklaşmaktadır. Bu noktada özellikle ikinci kitapta anlatılanlar dikkat çekicidir. Yazarın sonradan öğrenildiği üzere aynı zamanda bir İngiliz Hükümeti ajanı olması belki de, politik çıkarları açısından ilgi toplamış bir romanın gücünden faydalanmak isteyen devletin politik görüşlerini dünyanın geri kalanına kabul ettirme şansını arttıran bir nedenle kullanılmış olabilir. Bunun dışında tamamen yazarın şahsi politik görüşlerini ifade ettiği bir kitap olması da olasıdır. Tüm bunlara rağmen gerçek kaynağı ne olursa olsun Robinson’un ürettiği İspanyol-Portekiz-Çin karşıtı fikirler romanda sık sık yer bulmuştur.

Adadan kurtulup döndüğünde adaya yerleşmelerine yardımcı olduğu Avrupalılar artık ona kurtarıcıları veya yöneticileri gibi davranmakta, bu da Robinson’un kendisini adalet ve Tanrı kurallarına göre hüküm vererek tebasını hoş tutan bir hükümdar gibi algılamasına sebep olmaktadır. Hatta tanıştığı Rus sürgünlere, halkının yöneticisini daha çok sevme kıyaslaması yapıldığında, Rus Çarından daha üstün olduğunu iddia eder. Onun bu üstün vasıflarını gören Tanrı sık sık karşısına bu iyilik ve adaletini kullanma şansını verecektir. Bu anlamda aslında yazar, Robinson ve onun sahip olduğu yeteneklerle tipik İngiliz sömürücüsüne karşılaşacağı barbar ve vahşilere nasıl davranması gerektiği konusunda yol yordam göstermekte, örnek olmaktadır. Robinson Crusoe issiz adada 28 yıl yalnız yaşamıştır.

Hayy bin Yakzan ve Robinson Crusoe hiakyelerini yukarıda kısaca verdik.

Biri Doğu’nun Adem’i,diğeri Batı’nın Adem’i idi. Ada, aynı mekanı Dünyamızı anlatıyordu.

Arnold Joseph Toynbee(1889-1975);’’Osmanlı Devleti’nin yıkılışı için ‘’durdurulmuş  bir medeniyetti’’ ifadesini kullanmıştı.

Osmanlı Devleti’nin durdurulması aslında dünyada bana göre medeniyet yürüyüşünün de durdurulmasıydı. Hayy bin Yakzan’ın geriye atılıp Robinson Crusoe’nin dünyaya hakim kılınmasıydı.

Onu durduran ve sanayi devrimine imza atanlar yaptıkları işleri adaletten uzak, zulüm,kan,gözyaşı ve sömürü üzerine tesis etmişlerdi.

Kısaca ifade etmek gerekirse kendi saadetlerini başkalarının felaketi üzerine kurmuşlardı.

Kilise’nin yanlışlıkları üzerinden okudukları dini ve tüm ilahi kavramları sosyal hayattan temizleyen , manevi değer kabul etmeyen pozitif anlayış, kendince yeni bir beşeri din tesis etmişti.

Tüm ilahi kavramların yerine batı, kelime olarak çok cazip(demokrasi, insan hakları, adalet, özgürlük v.b.) ama içini asla dolduramadığı alternatif kavramlar koymaya çalıştı 200 yıldır.

Manevi değerleri maddeyle karşılamaya çalışan bu sakat anlayış kalbi, vicdanı, imanı ıskaladığı için tüm toplumsal değerlere zarar verdi.

Aile kurumu mesela !

Toplumun temel taşı olan aile bu değişimden en fazla zarar gören kurum oldu.

Aile içerisinde kadın, erkek, yaşlı, engelli, çocuk hepsi kıymetli, korunaklı ve mutlu iken, bireylerin özgürlüğünü esas alan pozitivizm hepsini ayrı ayrı özgür kılmak için aile boyunduruğundan(!) kurtardı ve yeni kurumlara(huzurevi, kreş, engelli bakım rehabilitasyon merkezi, çocuk yuvaları, sevgi evleri, çocuk evleri, kadın sığınma evi, erkek sığınma evi)  mahkum etti.

Bu kurumların aile saadetinden çok uzak olduğu bilimsel bir gerçek.

Geçenlerde Google bir bilgi paylaştı Çorum ilimizle ilgi ve hemen geri çekti.

Aslında o bilgi her açıdan doğru ve anlamlıydı.

Dünya’nın merkezi Çorum’un da içerisinde olduğu Anadolu ve Mezopotamya topraklarıydı.

Işık dünyaya buradan yükseliyor, güneş burada doğduğu gibi hiçbir yerde doğmuyordu.

Dünyadaki tüm Gordion düğümleri burada atılıyor, burada çözülüyordu.

Büyük İskender bu tarafa doğru hareket ediyordu.

Truvalılar hedefi hep bu topraklardı.

Peygamberler hep bu coğrafyadan yetişmiş, buradan dünyayı irşad etmişti.

Haçlı seferleri hep bu coğrafyaya yönelik gerçekleştirilmişti.

Burada medeniyet yükselince dünya medeniyetle tanışıyor.

Burada medeniyet durdurulduğunda dünyayı zulüm, anarşi, kaos kaplıyordu.

Batı’nın Osmanlı’yı durdurduktan sonra insanlığa yaşattığı 2 dünya savaşı 100 milyona yakın ölüm, milyonlarca engelli, açlık, sefalet, zulüm gözyaşı idi.

Osmanlı Medeniyeti göçmen kuşlar için en sanatlı eserleri,evleri uygun yerlere yaparken Batı’nın medeniyet laboratuvarı ABD’de zenciler Rosa Parks’ın başlattığı mücadele sonucunda  21 Aralık 1956’da otobüslerde oturma hakkını elde ettiler.

Afrika’yı ‘kara kıta’ diye aşağılayan ve sömüren, kazanımlarının çoğunluğunu borçlu olduğu siyahlara karşı  bugün yine zirve yapan ırkçılık bataklığında boğuşuyor batı dünyası.

Fransa milli takımında birkaç beyaz olmasa son Avrupa kupasını alırdı ironisi yapılıyor bu günlerde.

İki savaşla yakıp yıktığı dünyayı 5 ülkenin ve uydularının insaf sınırlarına mahkum eden BM Teşkilatıyla zulmü sistemleştirdi.

Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernandez de Kirchner’in Obama ve diğer 4 ülke liderlerinin suratına çarptığı BM’nin adalet değil, zulüm makinesi haline getirilmesi tespitini tüm dünya takdirle karşıladı.

Srebrenitsa’da BM’ye sığına 8372 Boşnak’ın her tür zulüm reva görülerek öldürülmesi tarihin en önemli km taşlarından birisiydi.

Doğu batı Arasında İslam kitabıyla Doğu ve Batı’yı en iyi anlatan Bilge Kral Aliya İzzet Begoviç ;‘’Batı’dan umudu olanlar bilsinler ki Batı;1992’de Bosna’da öldü’’ sözleriyle 200 yıla yakın bir zamadır medeniyet iddiasında bulunan Batı’nın ölümünü ilan etmişti.

Mahatma Gandhi’ye de sordular;

‘’Batı Medeniyeti hakkında ne düşünüyorsun’’ dediler.

Gandhi biraz düşündü ve ;‘’Olsaydı iyiydi’’ dedi.

Hal böyle iken ve aslında akıl sahipleri için tablo çok ama çok net iken ;

Bu günlerde ülkede yaşananlar 200 yıllık Batılılaşma maceramızın sonuçlarının test edildiği laboratuvar sonuçları aslında.

İçimizden devşirdikleri beyin ve göbeğinden batıya bağlı entellektüellerin doğruya görme şansları yok, çünkü abileri onları yetiştirirken o programı onlara yüklemedi.

Ülke şu an için hassas bir tercihi balıksırtı yaşıyor;

Ya kendi köklerine dinine, ananesine, geleneğine, manevi değerlerine, kendi köklü kurumlarına  dönecek , özgüvenle satranç tahtasında bende varım diyecek,

Ya da 150 yıldır 1837 Tanzimattan beri yaptığı gibi çareyi Platonik aşkı Batı da arayacak.

Batı’nın çare değil problem ürettiğini yukarıda ifade ettik.

Abdulhamid Han, Menderes, Özal, Erbakan gibi milletin adamları bu tercihi 2.cinden yana yapmaya çalıştılar ve bedel ödediler,

Ama bu kez millette, milletin adamı da daha tecrübeli, daha güçlü.

Biz safımızı milletten ve onun değerlerinden yana koyalım,

Tarih bizi öyle yazsın,

Varsın toplum kutuplaşıyor desinler !

Hayır toplum kendine geliyor, dünya kendine geliyor,

‘’Dünya 5 den büyüktür’’ ifadesi Brezilya’dan, Arjantin’den duyuluyor.

Mazlum milletler sesimize ses veriyor.

Aslına özüne dönüyor,

Bu da Batı ve devşirdikleri içimizdeki uşaklarını korkutuyor,

Zira sınırlı beyinleri işe yaramayacak, göbekleri eskisi gibi beslenemeyecek eriyecek,

Ama sosyoloji bu,

Dünyayı döndürerek kullarını test eden Yüce İrade böyle istiyor.

Haydi herkes bu ağır yüke el atsın, omuz versin.

Eski hal muhal !

Ya yeni hal, ya izmihlal.

Şimdi inanan her insan için hamd ve istiğfar zamanı;

”Allah’ın yardımı ve fethi gelince,

Sen de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini görünce,

hemen Rabb’ini hamd ile tesbîh et.

O’ndan bağışlanmayı iste.

Şüphesiz ki O, tövbeleri çok kabul edendir.”

Nasr,110/1-3

YORUM EKLE