Bugün sokaklarda bıçak taşıyan, “asacağım, keseceğim” diyen çocukları konuşuyoruz. Kimileri onlara “kötü çocuk” diyor, kimileri ise sadece “suça sürüklenmiş.” Peki bu çocuklar gerçekten duygusuz mu? Yoksa hiç kimse onlara duygu öğretmedi mi?
Çocuk, dünyaya geldiği anda boş bir sayfa gibidir. Bu, psikoloji tarihinin en eski savlarından biridir: John Locke’un “Tabula Rasa” (boş levha) kavramı. Bebek, ne iyiliği bilir ne kötülüğü. Gülmeyi, ağlamayı, üzülmeyi, merhameti, öfkeyi — hepsini çevresinden öğrenir. İlk öğretmen de genellikle anne ve babadır.
Ama ya o çocuk bir aile ortamında büyümediyse? Ya hiç kimse ona “üzülünce ağlanır”, “biri üzülünce sarılınır”, “can yakılmaz” demediyse? İşte o çocuk, duyguyu öğrenemeden büyür. Duygusu yok değil; ama duyguyu yönetmeyi, göstermeyi, anlamayı hiçbir zaman öğrenememiştir.
Kendini korumak zorunda hisseder. Çünkü sokak, zayıfa yaşam hakkı vermez. Bıçağı taşıyan, güç gösterisi yapan, “ben büyüğüm, ben güçlüyüm” diyen çocuklar aslında çaresizlikle yoğrulmuş bir ego savunması içindedir. Okulda olması gerekirken, hayatı “savaş” zanneden bir sokakta hayatta kalmaya çalışır.
Onlardan “merhamet beklemeyin” demiyoruz; ama şunu unutmayın:
O çocuklara hiç kimse “merhamet nedir” demedi ki…
Suç işleyen çocukları sadece cezalandırmak, onları daha da karanlığa iter. Oysa ihtiyacımız olan şey, bu çocukların içindeki ışığı tekrar yakabilecek bir toplum olmak. Sevgi ve merhamet de öğretilebilir.
Tıpkı nefretin ve şiddetin öğretildiği gibi.